Her dönemin kendi ışığı, kendi karanlığı vardır; her sabah, yeni bir hesapla doğar güneş. Ve unutulmamalıdır ki, dünün güneşiyle bugünün çamaşırı kurutulmaz. Yani geçmişin boş vaatleri, bugünün ağır gerçeklerini örtemez; halkın sırtına yapışan yolsuzluğu, adaletsizliği ve rezaleti, artık o solmuş, bayatlamış cümlelerle yıkamak mümkün değildir. Ne kadar cilalanırsa cilalansın, güneş artık ısıtmıyor; çünkü altında kurutulacak olan yalnızca bir çamaşır değil, çürümeye yüz tutmuş bir vicdandır.

Bugünün manzarasına bakıldığında, sadece bir çamaşır değil, koskoca bir toplumun değerleri rutubetli duvarlara sinmiş gibi…

Yalanlar, çıkarlar, rüşvet ve liyakatsizlik artık öyle sıradanlaştı ki; doğruyu savunmak delilik, susmak ise akıllılık sayılıyor. Omurgasını menfaat için eğenler, haksızlığa göz yuman sözde aydınlar, konforu uğruna vicdanını susturanlar… Artık erdemin değil, entrikanın kazandığı bir düzenin taşları sessizce döşeniyor.

Oysa Ziya Paşa yüzyıllar öncesinden seslenmişti:
"Sakın ikbâl için eşhasa olma âlet-î ağrâz / Sana lazım mı olmak âleme cellâd lâzımsa!"
Yani ikbal uğruna şahıslara alet olma, çıkar için başkalarının celladı olma. Ama zaman değişse de huy değişmedi. Bugün alkışlanmak için susanlar, yarın yuhalanmanın eşiğinde durduklarını fark etmiyor. Kadife perdelerin ardında sahnelenen adaletsizlik, yalnızca bir grubun değil, susan herkesin ortak günahı hâline geliyor.

Artık güç, sadece koltukta oturanın değil; susanın, görmezden gelenin, "bana dokunmayan yılan" diyerek sırasını bekleyenin el birliğiyle kurduğu bir gölgeden ibaret. Makamlar, liyakatle değil sadakatle dolduruluyor; yetenek değil yakınlık, bilgi değil bağlantı değer görüyor. Ve bu düzende haram, yalnızca meşrulaştırılmıyor; kutsanıyor da.

Yusuf Has Hacip’in dediği gibi: "Helâlin adı kaldı, onu gören yok; Haramsa kapışıldı, hâlâ doyan yok!" Çünkü haramla beslenen zihniyetin sonu hiçbir zaman tok gözlülük değil; daha büyük bir açlıktır, vicdansızlık açlığı…

Bugün geldiğimiz noktada, haklı olmak değil; sessiz kalmak meziyet sayılıyor. Kalemini kıran gazeteci, susan akademisyen, otosansür uygulayan sanatçı... Sokağın sesi buharlaştı.

Göz göre göre yapılan adaletsizlikler, yalanla cilalanmış sözlerle kapatılmaya çalışılıyor. Ve toplumun büyük bir kısmı, ya korkudan, ya da işine öyle geldiği için başını çeviriyor. Halbuki gerçek sorumluluk, sadece yapanın değil; yapılırken izleyenin, bilip de susanın da omzundadır.

Ancak unutulmaması gereken bir hakikat var:
Güneş yalnızca aydınlatmaz; aynı zamanda ortaya çıkarır.
Bugün perdelenen gerçekler, yarın gün gibi açığa çıkacak.
Bugün karartılan yüzler, yarın aydınlıkta en net haliyle görünecek.
Çünkü adalet, bazen yavaş yürür ama asla yolunu kaybetmez.

Dünün paslı sözleriyle bugünün yaraları sarılamaz. Eskimiş nutuklar, yeni neslin adalet arayışını susturamaz. Ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, çürümüşlük artık kokmaya başladı. Sadece binalardan değil, insanlardan; sadece kurumdan değil, sokaktan taşar oldu. Ve bu toplum, bir gün mutlaka soracak:
“Bu düzenin çarkını kim çevirdi, kim sadece seyretti?”

Ve işte o gün geldiğinde, mesele kim yönetti, kim yönetilmedi olmayacak.
Gerçek soru şu olacak:
"Kim insan kalabildi?"

Bir Kıssadan Hisse ile bitirelim;

“Kervanın Aynası”

Bir zamanlar bir tüccar, çölü geçmek için büyük bir kervan hazırlar. Yola çıkmadan önce her deveyi yükler, yiyecekleri, suları ve malları dikkatle yerleştirir. Fakat bir tanesinin sırtına, fazla dikkat etmeden çürük bir su tulumu bağlar. Yolculuk sırasında güneşin altında tulum patlar, su akar, deve sürçer, yük devrilir, kervan beklemeye alınır.

Tüccar hayıflanır: “Bütün kervan, bir çürük tulum yüzünden durdu.”

Bir bilge yaklaşır ve şöyle der: “Kervanı durduran çürük tulum değil; onun orada olduğunu bilip, görmezden gelen gözlerdi.”