Çürüme artık yalnızca duvarların sıvasında, kaldırımların çatlağında, kurumaya yüz tutmuş çınar ağaçlarının kabuğunda değil; çürüme, insanın bakışında, kelimesinde, suskunluğunda, tercihinde ve daha da kötüsü, vicdanında yer etmiş durumda. Öyle bir çağdayız ki, artık hakikati söylemek cesaret değil delilik, yalana sarılmak ise akıllılık olarak sunuluyor; çünkü gerçek, acıtır, hesap sorar, alışılmışı bozar; ama yalan, konfor sağlar, hizaya sokar, çoğunlukla da alkış getirir. Ve insanlar, hakikate suskunlukla değil, yalanın cazibesine göz kırparak sırt dönüyor.

Artık insanlar susmayı bir fazilet değil, bir strateji olarak görüyor; doğruyu söylemek bir erdem değil, tehlikeli bir hata sayılıyor. Herkes susarak bir diğerini susturuyor, kimse konuşmadan bile konuşanların sesini bastırıyor. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan vicdanlar, yavaş yavaş kendine yabancılaşıyor; aynaya baktığında kendi suretini değil, toplumun onayladığı yüzü görmeye çalışan bir benlik tipi türedi. Ve bu benlik, hakikati değil, izlenimi seviyor; özü değil, görüntüyü kutsuyor.

Sistem bozuk olabilir, evet; ama asıl trajedi, o bozukluğu bilip de sustuğumuz an başlıyor. Çünkü her suskunluk bir duvar örüyor gerçeğin etrafına ve her duvar, içerideki çürümeyi gizlemeye biraz daha yardım ediyor. Haksızlık sadece yapanın değil, onu izleyenin, onu meşrulaştıranın, ona sessizce rıza gösterenin de sorumluluğudur. En keskin ihanet, bazen bir söz değil, tam da yerinde edilen suskun bir bakıştır.

İnsan, hakikatle sınanmadığı sürece kendini tanımaz. Ve bu çağ, bizi hakikatle değil, menfaatle sınayarak insanlığımızı silik bir hatıraya çevirdi. Bugün insanlar doğruyu değil, kime hizmet ettiğini soruyor sözlerin. Doğruysa ama “bizden değilse”, hemen bir kenara atılıyor; yalan bile olsa “bizden biri söylüyorsa” baş tacı ediliyor. Bu çarpık terazide hakikat tartılmıyor artık; tartılan, kimin işine neyin yaradığı…

Ve ne yazık ki; artık kötülük gizlenmiyor bile. Gizlenmeyecek kadar olağan, meşrulaşmış, hatta kutsanmış hale geldi. Haram, sadece yapılmıyor; hararetli bir inançla savunuluyor. Yalan, yalnızca söylenmiyor; süsleniyor, alkışlanıyor, törenle yüceltiliyor. Çürümenin en tehlikeli hali budur: toplumun onu sıradan kabul ettiği o eşik.

Bunca karanlığın içinde hâlâ “iyiler” var elbette; ama iyilik artık bir köşe yazısı cümlesi kadar etkisiz, bir duvar yazısı kadar çabuk silinir halde. Kalabalıkların gözünde iyilik, sonuç doğurmadığı sürece anlamsız; oysa hakikat sonuç doğursun diye değil, var olduğu için savunulmalı.

Sahi, ne zaman unuttuk? Ne zaman unuttuk ki insan, sadece yaşayan bir beden değil; taşıdığı ilke, gösterdiği duruş, sustuğu ya da konuştuğu anlarla bir bütündür. Herkesin sustuğu yerde bir kişi konuşabiliyorsa, işte hakikat orada yeniden filizlenmeye başlar. Ama kimse konuşmuyorsa, o tohum kurur, çürür ve yok olur.

İşte o yüzden bu çağın en büyük vebali, yapılanlardan çok, yapılmayanlardadır. Bu çağın utancı, yalnızca yönetenlerde değil; onların ardındaki sessiz kalabalıklardadır.
Ve unutulmamalıdır ki; hakikat perdelenebilir, ötelenebilir, bastırılabilir ama yok edilemez. Tıpkı güneş gibi, bulutların ardına saklansa da oradadır; yalnızca zamanı bekler.

Fakat o güneş yeniden doğduğunda, gözünü ona kapatanlar en çok acıyı onlar hissedecektir. Çünkü karanlığa alışan göz, ışığı affetmez.

Ve belki de asıl soru hâlâ şudur:

Bu uzun gecede, kim uyanık kalabildi?


Kıssadan Hisse: “Çatlayan Zincir”

Bir ülkenin meydanında, halk boynuna zincir takmış halde yaşıyordu. Zincirleri takanlar gitmişti, ama halk zincirlerini çıkarmıyordu.

“Böyle güvenli,” diyorlardı.

Bir gün bir genç zincirini kırdı. Kimse inanmadı. Zincir sesini duyan biri daha, sonra biri daha zincirini söktü.

Yaşlılardan biri mırıldandı:

“Yıllardır bu zincirin anahtarı cebimizdeydi... Ama korkudan elimize bile almadık.”

Hisse: Zincirleri kırmak için bazen yalnızca birinin cesaret etmesi yeterlidir. Cesaret, önce kendini özgürleştirir; sonra başkalarına cesaret verir.