Dünyayı düzeltmeye çalışırken kendini unutan insan, en büyük hakikati gözden kaçırır: Aydınlık dışarıda değil, gönlün derinliklerindedir. Ve o ışığa ulaşmak, önce kendi karanlığıyla yüzleşmeyi göze almakla başlar.

İnsanın varoluş serüveni, aslında bir dış yolculuktan çok, içe doğru yapılan sonsuz bir seferdir. Fakat ne acıdır ki insan, çoğu kez gözünü dışarıya diker; dağları, şehirleri, başkalarını, hatta kâinatı değiştirmeye çalışırken, kendi iç âlemini unutur. Oysa hakikat, dışarıda değil; insanın kalbinin en derin odalarında gizlidir. Dünyayı düzeltmek isteyen, önce gönlündeki dağınıklığı toparlamalıdır. Zira insan kendini bilmeden dünyayı bilemez; gönlünü arıtmadan başkasına ışık olamaz.

Kendi içini bilmeyen bir kimsenin, kâinata nizam verme çabası beyhudedir. Çünkü kalbin içi karanlıksa, dışarıda ne kadar ışık yakarsa yaksın, o ışık gönlün duvarlarına çarpıp sönmeye mahkûmdur. İnsan, nefsinin karanlığını fark etmedikçe, aydınlığa giden yolu da göremez. Kendi içinde bir mum yakmayan, karanlığı lanetleyerek sabahı getiremez.

İnsanın en zorlu savaşı, kendi içindedir. Bu savaş sessizdir ama yakıcıdır; gözle görülmez ama kalbin en derin yerinde hissedilir. Kimi bu savaşta kendine yenik düşer, kimi ise o ateşin içinden yeniden doğar. Nefs, insanın içinde saklı duran en sinsi düşmandır; tatlı sözlerle kandırır, haklı olduğunu fısıldar, hatayı süsleyip doğruluk gibi gösterir. İşte bu yüzden, nefsini tanımak, hakikati bilmenin ilk ve en meşakkatli adımıdır. İnsan, kendi nefsinin hilelerini çözmedikçe, gönlünün aynası buğulu kalır. Buğulu bir aynada ne kendi suretini görebilir ne de Hak’kın yansımasını...

Yunus Emre’nin yüzyıllar öncesinden yankılanan sesi, bugün de aynı berraklıkla kulağımıza çarpar:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir;
Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır.”

Bu söz, sadece bir nasihat değil; insanın bütün ömrüne sığacak bir hakikat dersidir. Zira insan, sayısız kitap okuyabilir, ilimle donanabilir; ama kendini bilmedikçe öğrendikleri yalnızca zihnini doldurur, ruhunu beslemez. Hakiki bilgi, akılda değil, kalpte doğar. Çünkü kalp, Hakk’ın nazargâhıdır; orada doğan bir idrak, bir ömürlük ışıktır.

Kendini bilmek, sadece nefsini tanımak değil; aynı zamanda içindeki ilahi nefesi fark etmektir. Her insanın özünde Yaradan’dan bir nefes gizlidir. O nefesi duyan, Yaradan’ın kendisine ne kadar yakın olduğunu da idrak eder. İnsan, bu hakikati anladığında, dış dünyanın gürültüsü anlamsızlaşır; çünkü o artık bilir ki, aradığı her şey zaten içindedir.

Fakat bu yol kolay değildir. Kendini bilmek, aynaya bakmak değil; aynadaki gölgeden sıyrılmaktır. İnsan, kendi karanlığıyla yüzleşmeden aydınlanamaz. Her insanın içinde bir ses vardır; bazen vicdan diye duyulur, bazen huzursuzluk diye, bazen de sessizlikte yankılanan bir çağrı gibi gelir. O ses, insanı özüne çağırır. Fakat o sesi duymak cesaret ister; zira o sesle yüzleşmek, maskeleri düşürmek demektir. Kendi hakikatini görmek, çoğu zaman başkalarının alkışını kaybetmek anlamına gelir.

Sabır, bu yolun en yüce rehberidir. Sabır, sadece beklemek değildir; yanarken olgunlaşmaktır. İnsan sabırla piştikçe, öfke sükûnete, korku teslimiyete, acele idrake dönüşür. Her acı, sabırla yoğrulduğunda hikmete evrilir. Çünkü sabır, gönül terbiyesinin adıdır. Pişmeden sunulan her şey çiğ kalır; her çiğlik de kalbin sertliğinden doğar. Gönül yanmadan olgunlaşmaz; ateş, altını nasıl arıtıyorsa, sabır da insanı öyle saflaştırır.

Ve gönül...
Gönül, insanın en gizli mescididir. O mescidin avlusu tozlandığında orada huzur bulunmaz. Gönlünü süpürmeyen, Hak’kın sesini duyamaz. Çünkü Hak, kirli kalplerde değil; temiz gönüllerde tecelli eder. Her sabah evinin kapısını süpüren insan, gönlünün kapısını süpürmeyi unutur. Oysa gönül tozlandığında, dünya bile karanlık görünür; gönül aydınlandığında ise, gecenin ortasında bile sabah olur.

“Ben” demek insanı daraltır; “hiç” demek genişletir. Nefs “ben” der, gönül “O” der. Gerçek olgunluk, “ben”den “O”na yürüyebilmektir. Hiçlik, bir yokluk değil; varlığın en yüce hâlidir. Çünkü insan kendi varlığını terk ettiğinde, Hak’kın sonsuzluğuna kavuşur. Damla denize karıştığında kaybolmaz; sonsuzluğun bir parçası olur. Gerçek tevazu, varlığını yok bilip, Hak’kın varlığında erimektir.

Bilmek yetmez; anlamak gerekir. Anlamak da yetmez; yaşamak gerekir. Çünkü bilgi, eyleme dönüşmediği sürece ruhu doyurmaz. Hakikat, sadece sözle değil, hâl ile anlatılır. Yaşanmayan bilgi, zihinde bir yük, dilde bir süs olur. Oysa gönülde doğan bilgi, insanı da çevresini de aydınlatır.

Ve sonunda insan anlar ki, dünyayı düzeltmek için atılan her adım, önce insanın kendi içinde başlamalıdır. Çünkü bir kalp arındığında, bir dünya güzelleşir; bir gönül temizlendiğinde, bir evren nurlanır. Asıl devrim, insanın kendi iç âleminde gerçekleşendir. Dünyayı değiştirmek isteyen, önce kendi karanlığına bir mum yakmalıdır. Zira karanlığa sövmenin kimseye faydası olmaz; ama bir mum yandığında, karanlık kendiliğinden çekilir.

Bir kıssadan hisse ile tamamlayalım;

Kıssadan Hisse:

Bir gün bir adam, içini saran karanlıktan bunalmış hâlde bir dervişe gelir.
Der ki:
“Ey derviş, dünya neden bu kadar karanlık? Neden insanlar birbirini anlamaz, neden hakikat bu kadar gizli?”

Derviş bir süre sessiz kalır. Sonra yanındaki eski feneri eline alır, içindeki yağı gösterir:
“Bu yağ, gönlündeki imandır.” der.
Fitili gösterir:
“Bu fitil, sabrındır.”
Sonra feneri yakar, alevin titrek ışığı adamın yüzüne vurur:
“Bu alev ise, Hak’kı arama isteğindir.”

Derviş feneri adama uzatır ve şöyle der:
“Evladım, karanlığa sövme. Karanlık, ışığın değerini öğretmek için vardır.
Sen önce kendi fenerini yak; çünkü bin karanlığı birden kovamazsın,
ama yaktığın bir ışık, karanlığın kalbinde bir delik açar.”

Adam o an susar.
Anlar ki karanlık, ne gökte, ne yerde, ne de başkalarındadır.
Karanlık, kendi gönlünde yanmamış ışıktır.

Ey insan, önce kendine dön.
Nefsinin gürültüsünü sustur, gönlünün sesini dinle.
Gönlünü süpür, sabrını büyüt, öfkeni terk et.
Hiç ol, ama hiçliğinde var olmanın sırrını öğren.
Ve unutma:
Kendini bilmeyen, dünyayı bilemez;
dünyayı bilmeyen, Yaradan’ı tanıyamaz.
Hakikat senden dışarıda değil, senin içindedir.
Ve o kapı, yalnızca gönül anahtarıyla açılır.

Ve insan, karanlığa değil; ışığa yöneldiği kadar insandır.